27 Eylül 2009 Pazar

Yaratıcılığın ABC'si ve Bir Analiz: FaceBook

Yaratıcılık kimine göre doğuştan gelen bir yetenek kimine göre sadece Allah'a mahsus bir sıfat kimine göreyse sadece belli sektör ve kişilerin ihtiyaç duyduğu ve onların tekelinde olan bir nitelik. Bilimsel olaraksa yaratıcılık, en basit tanımıyla beynimizdeki mevcut düşünce kalıplarımız (neural network) yani bilgi ve tecrübe birikimlerimiz arasında kurduğumuz yanal bağlantıdır (lateral thinking). Böyle olunca da yaratıcılık hayatımızın hemen her alanında kullandığımız ve ihtiyaç duyduğumuz belli sınırların içerisine giremeyecek kadar geniş ve genel bir kavram haline geliyor.

Yaratıcılık zannedilenin aksine bir anda ortaya çıkan bir fikir ya da çözümden ibaret değil, esas itibariyle belli aşamaları olan bir süreç ve yine zannedilenin aksine her zaman için çok karmaşık ve tespit edilmesi ya da ulaşılması çok zor bir hedef de değil. Kanımca en yaratıcı buluşlar aslında en basit işleyişi olanlar olmakta. "Basit olan güzeldir" sözünden hareketle eğer yeni karşılaştığınız bir ürün ya da hizmet size "ben bunu daha önce nasıl düşünemedim" dedirtiyorsa işte o gerçekten çok yaratıcı bir buluştur. Bu duruma verilebilecek en güncel örneklerden biri de sanırım çığ gibi büyüyen "facebook" çılgınlığı. Aslına bakacak olursak internet üzerinden arkadaşlık kurmayı ya da haberleşmeyi sağlayan ne ilk ne de son web sitesi facebook değil, bu yönüyle de yaratıcı olmaktan çok uzak. Facebook'un başarısı ortaya koyduğu farkta ve sunduğu ek hizmetlerde gizli. Kanımca en temel fark daha önce hiç tanımadığınız insanlara ulaşmayı hedefleyen diğer arkadaşlık sitelerinin aksine, daha önceden bir şekilde tanıdığınız ve daha sonra haberleşemediğiniz arkadaşlarınıza ulaşabiliyor olmak. Yaratıcılık eğitimlerimizde kullandığımız teknik tabiriyle Facebook : "arkadaşlık siteleri yeni arkadaşlar bulmak içindir" varsayımını sorgulayıp (yaratıcı düşünmede ön koşullardan birisi) bunu ters yüz (yaratıcı düşünme tekniği) ederek: "arkadaşlık siteleri yeni arkadaşlar bulmak için değildir" haline getirmiş oldu. Sunduğu ek hizmetler anlamında ise; Kişisel sayfanızı adeta bir günlük ya da odanızdaki bir pano gibi kullanabiliyor olmak, yüklediğiniz resimlerdeki arkadaşlarınızın isimlerini yazabiliyor olmak (tag) ve bundan arkadaşlarınızın anında haberinin olması, arkadaşlarınız sizin resminizi yükleyebiliyor olması, arama motoru bölümünden arkadaşlarınızı isimlerini yazarak arayabiliyor olmak, çok hızlı ve etkili bir mesajlaşma ve haberleşme sisteminin olması (e-hediyeler, gruplar, buluşmalar, testler, oylamalar, arkadaşlarınız sayfalarındaki değişikliklerden hemen haberinizin olması, karikatürler...vb) ve belki de daha da önemlisi yerel özelliklere ve ihtiyaçlara çok çabuk adapte edilebilir olması (Ör: Osmanlı pokesi ya da rakı sofrası).

Konumuza dönecek olursak en temel haliyle yaratıcılığın 4 aşaması mevcut, bunlar: Hazırlık, kuluçka, fikrin doğuşu ve geliştirme. Dünya üzerinde hemen hiçbir yaratıcı buluş, hizmet ya da problem çözümü yok ki bu dört temel aşamayı geçmesin. Gelin şimdi bu aşamaları biraz daha detaylı olarak irdelemeye çalışalım.

Kanımca bu aşamalardan en önemlileri başlangıç aşaması olan hazırlık ve son aşama olan geliştirme. Başlangıç aşaması olan hazırlık genel tanımıyla bizim yaratıcı düşünmek istediğimiz konu, ürün ya da hizmet hakkındaki bilgi birikimimiz. Yaratıcı düşünebilmek için adeta ön koşul olan bu aşama oldukça önemli çünkü bizler herhangi bir bilgi birikimimiz ya da en azından belli bir fikrimizin olmadığı bir konu hakkında yaratıcı düşünemeyiz. Yaratıcı düşünme tekniklerinden en temel teknik olan nitelikleri sıralama tekniği (attribute listing) aslında bu durumun iyi bir kanıtı. Ele aldığınız konunun niteliklerini alt alta yazarak fikir geliştirmeyi sağlayan bu teknikte konunun niteliklerini bilmiyor olmak tekniği daha başlamadan etkisiz hale getirmekte, kaldı ki esas itibariyle tüm yaratıcı düşünme teknikleri ele alınan konunun niteliklerinin o veya bu şekilde farklı bir kombinasyonla bir araya getirilmesinden ibaret. Başka bir ifadeyle genel kültürleri yüksek, farklı konulara merak duyan ve farklı hobileri olan insanlar potansiyel olarak yaratıcı insanlardır çünkü bu kişilerin hazırlık aşamaları çok kuvvetlidir tek yapmaları gereken yanal bağlantıları kurmak için biraz çalışmak ve yaratıcı düşünme tekniklerini kullanmaktır. Bilimsel tanımı gereği beynimizdeki mevcut düşünce kalıpları arasında kurulan yanal bağlantı olan yaratıcılık aslında olmayan bir şeyi var etmekten çok uzak, aksine yaratıcılık zihnimizde olup da fark edemediğimiz bir şeye ulaşmak ya da farkına varmak denebilir bu yönüyle de dini inançlara da ters düşmemekte.

Son aşama olan geliştirme aşaması ise en az hazırlık aşaması kadar önemli, çünkü hemen her fikir ne kadar mükemmel olursa olsun süreç sonunda ne kadar başarılı bir ürün ya da hizmete dönüşürse dönüşsün başlangıçta mutlaka zayıf ve eksik yönlere sahiptir yani üzerinde çalışılmaya ve geliştirilmeye muhtaçtır. Bugün çok yaratıcı olarak nitelendirdiğimiz birçok şey aslında başlangıç aşamasında saçma denecek kadar bile zayıf olabiliyor, iş dünyası bununla ilgili sayısız örneklerle doludur. Eminim siz de bunu destekleyecek birçok örnekle karşılaşmışsınızdır.

İkinci ve üçüncü aşamalar ise yaratıcılığın doğuştan gelen bir yetenek olduğuna inananların yüzünü ağartacak nitelikteler, kimi insanlar bu iki aşamada daha etkin ve etkili olabilmekteler. Eğitim ve danışmanlık hizmetlerimiz süresince gördüklerimiz bu savı destekliyor demek çok da yanlış olmaz, kimi insanlar pozisyonları ya da görevleri ne olursa olsun çok daha hızlı ve rahat fikir ya da çözüm üretimi yapabilmekteler ancak kişisel görüşüm gereği ilk ve son aşamanın önemine biraz daha dikkat çekmek isterim. Bir insan ne kadar rahat yanal bağlantı kurarsa kursun ele aldığı konuyla ilgili hazırlık aşaması zayıfsa kuracağı yanal bağlantılar da belki nicelik olarak değil ama nitelik olarak o kadar zayıf olur. Kuvvetli bir hazırlık aşamasının getirdiği iyi bir fikir üzerinde yapılan iyi bir geliştirme çalışmasıyla gerçekten en yaratıcı sonuç elde edilmekte ve yaratıcı bir ürün ya da hizmet olarak karşımıza çıkmakta. Tahmin edeceğiniz üzere hazırlık ve geliştirme aşamasının doğuştan gelmeyle pek de bir ilgisi yok, bana göre bu açıdan yaratıcılık da aslında doğuştan gelmekten çok üzerinde çalışılarak sonradan kazanılan bir yetenek olabilmektedir. Diğer bir ifadeyle hemen herkesin içerisinde miktarı değişse de bir yaratıcılık mevcuttur, insanoğlunun doğası bunu gerektirmektedir. Belki de diğer canlılardan en önemli farkımız ve üstünlüğümüz de bu.

Yaratıcı sürecin bu dört aşaması için gözden kaçırılmaması gereken diğer önemli bir husus da her aşamanın kendine has kimi kural ve işleyişinin olması. Uygulamada eğitim ve danışmanlık hizmetlerimiz boyunca karşılaştığımız en temel ve yaygın sorunlardan biri bu çerçevede karşımıza çıkmakta: yaratıcı fikrin ya da problem çözümünün her yönüyle değerlendirilip ürün ya da hizmet haline geleceği geliştirme aşaması sırasında yönlendirilmesi gereken olumlu ya da en yaygın olarak olumsuz eleştiri oklarının, teknik adıyla "evet,ama..." ların daha ilk aşamada kullanılmak istenmekte. Belirttiğim üzere hemen her fikir ortaya ilk çıktığında mutlaka eksik ve zayıf yönlere sahip biz bu fikrin negatif yönlerini daha ilk aşamada ortaya dökecek olursak süreç sonunda çok başarılı olabilecek yaratıcı fikirleri bile en başta elemine etmiş oluruz. Esasında bu sorun tesadüfi ya da sadece bizlere has bir durum da değil, bu doğanın kanunu gereği ortaya çıkan bir olgu. İnsan beyninin temel dürtüsü tahmin edeceğiniz üzere potansiyel olarak öyle olduğu halde yaratıcı düşünmek değil, bizim beynimizin temel dürtüsü diğer canlılarda olduğu gibi yönettiği bedeni hayatta tutmak bu nedenle de karşılaştığı durumların negatif ve kendine zarar verebilecek yönlerini hemen tespit edip buna karşı bir tedbir alma ihtiyacı hissetmekte. Yaratıcılık alanına dönecek olursak da bu nedenle biz yeni duyduğumuz fikirlere hep negatif yönlerine dikkat ederek yaklaşır, literatürdeki adıyla da "siyah şapka" [1] mızı takarız. Ancak fikirler de yine doğada olduğu üzere tıpkı anne karnındaki bir bebek gibi başlangıç aşamasında biraz kollanıp korumaya muhtaç olmaktadırlar. Bizler nasıl doğmadan evvel anne karnında 9 ay 10 gün çevrenin negatif etkilerinden izole bir ortamda büyüyüp daha sonra dünyaya geliyorsak fikirler de bu yönüyle aynı özelliğe sahiptirler. Belli bir geliştirme çalışması yapıldıktan sonra ancak eleştiriye müsait bir hale gelebilirler. Yeni bir fikirle karşılaştığımızda ilk yapmamız gereken şey fikrin kötü ya da işe yaramaz hatta saçma olduğuna inansak bile içerisinde olabilecek olumlu nüveyi bulmak ya da en azından bulmaya çalışmak olmalıdır. Bunu başardığımız zaman artık bu olumlu nüveyi geliştirip bir yaratıcı ürün ya da hizmete dönüştürmek için büyük bir adım atmış oluruz. Eğitim ve danışmanlık faaliyetlerimiz boyunca gördük ki bu kurala uyulduğu durumlarda süreç sonunda diğerlerine kıyasla çok daha yaratıcı ve verimli ürün ya da servis önerileri ya da problem çözümlerine ulaşılabiliyor.

Yazımın başında belirttiğim üzere yaratıcılık gibi geniş bir alanın tamamını sadece bir makale ile taramak oldukça zor. Bu yazımda genel bir bakış açısı ortaya koymak ve bir giriş yapmak asıl amacımdı umarım buna biraz olsun yaklaşabilmişimdir. Yaratıcılığın bir lüksten çok bir ihtiyaç olduğu artık ülkemizde de genel bir kabul görmeye başladı. Bizim de ABC Danışmanlık ve Eğitim olarak temel hedeflerimizden bir tanesi bu konuda bir farkındalık yaratmak ve ülkemizde zaten fazlasıyla bulunan yaratıcılığı biraz olsun tetikleyip su yüzüne çıkarmak ve somutlaştırmak. Sizlerin de yardımıyla bu amacımıza ulaşmayı diliyorum, saygılarımla.

A.Gökhan RAKICI
gokhan.rakici@abcdanismanlik.com


[1] Karar verme aşamasında ortaya atılan fikirin negatif yönlerinin tespit edilmesi. Ayrıntılı bilgi için bkz.
Edward De Bono, "Altı şapkalı düşünme tekniği", Remzi kitapevi

1 Ağustos 2009 Cumartesi

Rektör Prof. Dr. Kadri Özçaldıran’ın Konuşma Metni

Değerli öğretim üyeleri, saygıdeğer veliler, sevgili öğrenciler,

Hepiniz Boğaziçi Üniversitesi’nin 142. dönem mezuniyet törenine hoş geldiniz. Özellikle, siz sevgili mezunlar, kaç gündür, yok lisans, yok yüksek lisans, doktora, sertifika, onur belgesi, yüksek onur belgesi derken 2591 imza atmama yol açarak zaten başlangıçta pek bir şeye benzemeyen imzamın iyiden okunmaz hale gelmesine sebep olan sizler, sizler daha bir hoş geldiniz. Rektörlük ne kolay bir iş, ne de sevimli. En zor, en sevimsiz yönü ise, görmek zorunda olduklarınıza ayırdığınız zamanın devasalığı yüzünden esas görüp sohbet etmek istediklerinizle, öğrencilerinizle pek görüşememeniz. O yüzden, izin verirseniz, bugün formal bir konuşma yapmak yerine, sizlerle, ne yazık ki tek yönlü olarak, sohbet etmek istiyorum.

Sizler, çok zorlu bir yarıştan sonra geldiğiniz Boğaziçi’nde belki daha da zor bir maratonu da koşarak, uykusuz geceler, sinir bozucu günler boyunca, sizin deyişinizle “kasarak”, üzerinize düşeni yaptınız, üniversitenin sizden istediklerini teker teker yerine getirerek mezun olmaya hak kazandınız. Sizin sınavlarınız bitti. Bizim, biz öğretim üyelerinin sınavı ise, her yıl olduğu gibi, bu yıl da, sizlerin mezuniyeti ile, bir kez daha baştan başlıyor. Siz görevinizi yaptınız. Peki ya bizler, biz öğretim üyeleri görevimizi yaptık mı? Sizleri iyi yetiştirdik mi? Önümüzdeki yıllar boyunca, biz hergün sizler tarafından sınava tabi tutulacağız. Açıkçası, sizin mezuniyet sevinciniz bizim sınav heyecanımızın başlangıcını oluşturuyor. İlerde, bizi notlarken haksızlık yapmayasınız diye size, son bir kez, biz ne yapmaya çalıştık, onu açıklamak isterim.

1. Bilginin eskime hızının çok yüksek, yenilenme hızının ise ondan daha da yüksek olduğu bir çağda bilgiyi edinmenin yollarını ve pratiklerini bilmenizin edindiğiniz bilgi dağarcığının kendisinden daha önemli olduğu noktasından hareketle biz sizlere “know how” değil ama sağlam bir formasyon vermeye çalıştık. Vermeye çalıştık ki yarın öbür gün bilmediğinizi kolaylıkla öğrenebilesiniz, hatta gerekirse bilinmeyeni bilinir kılasınız. Biz sizleri ansiklopedi ezberleyicileri olarak değil gerçek ya da sanal kütüphanelerin kullanıcıları olarak yetiştirmeye çalıştık. Öğrettiklerimizi öğrendiğiniz zaman sevinmedik mi? Sevindik. Ama, öğretmediklerimizi öğrendiğinizde daha fazla sevindik. Sorularımıza verdiğiniz doğru cevaplar bizi mutlu etmedi mi? Etti. Ama, anlamlı sorularınız anlamlı cevaplarınızdan daha fazla mutlu etti. Çünkü, biliyoruz ki sizler, bizim öğrettiklerimizin
kiracısı, kendi öğrendiklerinizin sahibisiniz.

Bir yandan bilginin eskimesinin hızı, bir yandan kullanmadığınız bilgiyi unutma hızınız, ikisi birlikte nasıl olsa diplomanızı 5-10 yıl içinde anlamsız kılacak. Hatta, şimdi bile sorabilirim:

• Boğaziçi Üniversitesi’nde öğrendiklerinin %90’ını hala hatırlayanlar, hala bilenler, elini kaldırsınlar lütfen
• Peki ya %50’sini hatırlayanlar
• Peki ya %10’unu hatırlayanlar
Şimdi de umarım sorduğuma pişman olmayacağım bir soru sorup sizlerin bize vereceği sınavı başlatabilirim.
• Boğaziçi’nde aldığı formasyona güvenen, hiç bilmediği bir konuyu öğrenmekten, öğrenmek için “kasmaktan” korkmayanlar, “kasarsa” öğreneceğine inananlar ellerini kaldırsınlar.

Ben size, hiç bilmediği bir konuya atılmaktan korkmayan mezunlarımızdan örnekler vereyim: Ünal Zenginobuz (BÜ-Ekonomi), Gürol Irzık (BÜ-Felsefe), Asım Karaömerlioğlu (BÜ-ATA), Nadir Özbek (BÜ_ATA), Arif Dirlik (UW-Tarih), Muhammed Yıldız (MIT-Ekonomi) , Tunay Tunca (Stanford-School of Business), Atilla Yılmaz (UC-Berkeley- Matematik) , Nuri Bilge Ceylan (2 kez Cannes büyük ödüllü sinema ustamız). Ortak noktaları mı? Hepsi RC/BÜ Elektrik-Elektronik Mühendisliği mezunları.

2. Sizi akademik anlamda zorladık. Zorlayalım ki başarınızın bir anlamı olsun, başarınız kendinize saygınızı ve özgüveninizi pekiştirsin dedik. Burada size bir anektod anlatmak isterim. 2004-2005 akademik yılında Elektrik-Elektronik Mühendisliği’ni birincilikle bitiren, EE-Matematik ÇAP öğrencisi (yanlış hatırlamıyorsam o senenin ÇAP birincisi idi) Mert Gürbüzbalaban, varolan bir anlaşma uyarınca, bir sınav kazanarak, Fransa’nın tartışmasız en saygın ve en zor okulu olan Ecole Polytechnique’e gitti. 2 yıl daha okuyup Ecole Polytechnique’in verdiği lisans-lisanü stü derecesini almak üzere. Birinci sömestrenin sonunda, Noel tatilinde, tatile geldiğinde bana da uğradı. “N’aber?” diye sorduğumda “Vallah hocam ne yalan söyleyeyim, yok ekonomi, yok sosyoloji gibi dersler aldırıyorlar, biraz zorlanıyorum” dedi. Ben “Benimle dalga geçme Mert, seni zorlayacak ders düşünemiyorum”
dediğimde cavabı şöyleydi: “Yok be hocam, dersler zor diye değil, değil ama, biliyorsun, ben gitmeden önce hiç Fransızca bilmiyordum, erken gidip iki ay dil öğrendim, o da yetmiyor.” Ben şaşkınlık içinde zar zor “Eee, o zaman neye güvenip gittin Polytechnique’e?” diye sorduğumda bana “Hocam, n’olcak, ben BÜ-EE’yi bitirmiş adamım, artık benim yapamayacağım şey yoktur diye düşündüm” dedi. Sonunda Mert’e ne mi oldu? Mert Ecole Polytechnique’i yüksek onur derecesi ile bitirdi, şimdilerde dünyanın uygulamalı matematikte bir numarası olan okulda, NYU’nun Courant Institute’unda doktora yapıyor. Geçen Ekim sonu New York’a gittiğimde yemek yedik. Keyfi gayet yerindeydi.

3. Biz sizleri, kendisine ve karşısındakine saygısı gelişmiş bireyler olarak yetiştirmek istedik. Bireyselliğinize saygılı olduk. Sizi kalıplara dökmeye çalışmadık. Sizin adınıza seçim yapmadık, hangi yolu takip etmeniz gerektiğini göstermedik, her yolun eksi ve artılarını söyledik, kendi seçiminizi kendiniz yapın dedik. Bu noktada da bir başka anekdot anlatmak isterim. 2003-04 akademik yılının sonunda, mezuniyet günü sabahı, o zamanlar Elektrik-Elektronik Mühendisliği Bölüm Başkanıyım, odama alı al, moru mor bir anne-baba girdi. Her ikisi de fen-bilimleri/ mühendislikte öğretim üyesi idiler. O sene mezun olan oğulları yükseklisansını elektrikte değil Atatürk İlke ve İnkilapları Enstitüsü’nde yapmayı tercih ediyordu. Ben, bölüm başkanı olarak, öğrenciyi bu “saçma fikir”den vazgeçirecektim herhalde. Ben tarihin ne kadar önemli olduğunu, böyle yetenekli bir delikanlının tarih
çalışma fikrinden ne kadar memnun olduğumu, zaten memnun olmasaydım da kişisel tercihine saygı duyacağımı ve hangi dalda çalışmak isterse istesin kendisini koşulsuz destekleyeceğ imi söylediğimde kızılca kıyamet koptu. Bölüm başkanlığı odasındaki tartışma koridorlardan dinlendi. Bir, bir-buçuk saatin sonunda bana da üniversiteye de lanet okuyarak ve beni mesleğime ihanetle suçlayarak ayrıldılar. Öğrenci geçen Eylül’de yükseklisansını , ATA’da, tamamladı. Diplomasını yarın alacağına göre belki de bugün aranızda oturuyordur. Kendisini sevgi ve saygı ile selamlıyorum. Haa, unutmadan söyleyeyim, yaklaşık bir yıl sonra anne-babayla da barıştık. Şimdilerde onlar da mutlu. Selim de şu sıralar, yine ATA’da doktora çalışmalarına devam ediyor.



4. Hatalarınızdan ders çıkardığınız sürece bilginin en önemlisine, “insanın kendini bilmesine” erişeceğinizi düşündük ve bu yüzdendir ki hatalarınızı affedici olmaya çalıştık. Bir tek etik kuralları çiğnediğinizde daha az affedici olduk ama onun da sebeplerini açıklamaya çalıştık.

5. Tek doğrunun sizinki olmadığını, sizden farklı düşünenler, davrananlar da olduğunu bilmenizi, insanların tüm çeşitlilikleri içinde beraberce yaşamalarının mümkün olduğunu görmenizi istedik. Bu beraberliğin ancak katılımcı bir demokrasi içinde gerçekleşebileceğ ini, onun da olmazsa olmaz koşulunun hoşgörü olduğunu bilesiniz istedik.

6.Kendinizi değişik ortamlara, değişik koşullara hızla uyarlayabilecek şekilde yetiştiresiniz, arzkürenin her yerinde var ve başarılı olacak dünya vatandaşları olarak yetişesiniz istedik.

7. Şiir okumayan mühendis, tiyatro seyretmeyen ekonomist, sinemayla ilgilenmeyen psikolog eksiktir, eksiklidir dedik ve bu yüzden sizlerin bu ülkenin sosyal ve kültürel yaşamı en canlı kampusünü yaratmanıza destek olmaya çalıştık.

Uzun lafın kısası, sizler Türkiye’deki diğer üniversitelerin mezunlarından farklı olasınız istedik. Daha da doğrusu siz Türkiye’den farklı olun istedik. Türkiye’ye benzemeyin, ülkeyi kendinize benzetin istedik. Ne kadar başarılı olduk? Bunu yanıtını bize siz vereceksiniz, hemen değil, zaman içinde vereceksiniz. Geçtiğimiz yıllarda sizlerin şimdi durduğu yerde duran arkadaşlarınızdan aldığımız geribesleme oldukça başarılı olduğumuzu söylüyor. Yani, onların sınavından iyi not aldık gibi duruyor. Ama, siz de biliyorsunuz ki, aynı derste ayrı iki hocanın vereceği sınavda alınan notlar değişik oluyor. Bakalım sizin döneminiz bizlere ne not verecek.

Son bir soru. Kavga kültürünün demokrasiyi esir aldığı, hoşgörüsü (kendisi ne iddia ederse etsin) umarsızca zayıf, “üçkağıt açma” ve “köşe dönme” bilgisi dışında kalan bilginin değerini anlamaktan ve takdir etmekten aciz, eleştirel düşünceye yabancı, kendi fikrini serbestçe söyleyene “marjinal” yaftasını yapıştırtan, bilim dışı bile demiyorum, bilime düşman düşünce tarzlarının giderek egemenliklerini pekiştirdiği, sürülerin bireyi ezdiği bir ülkede biz sizleri çoksesliliği, çokkültürlülüğü benimsemiş hoşgörülü demokratlar, etik değerleri kuvvetli, özgüvenleri ve kendilerine saygıları yüksek bireyler olarak yetiştirdik de sizlere iyilik mi ettik? Çok zor bir soru, bunun cevabını da ilerde sizlerin vermesi gerekecek. Ben kendi bildiğim kadarını söyleyeyim. Sizlere bilemem ama ülkeye büyük bir iyilik ettik.

Bu sohbeti, bundan sonraki yaşamınızda hepinize sağlık, mutluluk ve başarı diliyerek bitirmek istiyorum. Haa, bir de şans. Gerçi, öylesine yetenekli, öylesine donanımlısınız, öylesine pırıl pırılsınız ki az önce bahsettiğim bütün olumsuzluklara rağmen başarı için şansa pek ihtiyacınız olacağını zannetmiyorum. Olursa da sizin kendi şansınızı yaratmayı bileceğinize inanıyorum. Başka bir deyişle, benim gözümde sizler, kendi yaş grubunuzda Türkiye’nin başarı için şansa en az ihtiyacı olanlarısınız. Ama yine de bilinmez, belki özel hayatınızda şansa ihtiyacınız olabilir. Kimin yok ki? O yüzden ben mezuniyetlerinizi kutlarken bundan sonraki yaşamınızda hepinize sağlık, mutluluk ve başarının yanında bol şans da diliyor ve teker teker yanaklarınızdan öpüyorum.

Kadri ÖZÇALDIRAN
B.Ü.Rektörü

Not: Konuşmayı izlemek için tıklabilirsiniz...

17 Mayıs 2009 Pazar

What makes human beings happy?

How happy is your city? (Social Research Findings)

What makes us happy? (Psychological Research Findings)

Gönderen

Oya Ertay

İdil Türkmenoğlu Kilyos Kampüsü'ndeydi...

İdil Türkmenoğlu 7 Mayıs Perşembe günü Kilyos Kampüsü’nde öğrencilerle “İyimserlik ve Başarı” üzerine bir söyleşi gerçekleştirdi.



Kendisi de Boğaziçi Üniversitesi mezunu olan İdil Türkmenoğlu kendi okul hayatından, şu ana kadarki profesyonel deneyimlerinden, yapılmış bilimsel araştırmalardan verdiği örneklerle öğrencilere iyimserliğin başarı ve mutluluk için önemini vurguladı. Öğrencilerin de katkıları ile zengileşen söyleşi toplu fotoğraf çekimi ile son buldu.

14 Mayıs 2009 Perşembe

Kilyos Kantin'i Baştan Yaratıyoruz!

Kilyos Kantini'nin duvarlari artik sanat eserine donusuyor.

BUmanzara'nin 16 Mayis Cumartesi gunu duzenleyecegi etkinlikte, ogrenciler ve BUmalar Kilyos Kantini'nin duvarlarini yaraticiliklarini kullanarak renklendirecekler.



Marmara Üniversitesi Öğretim Görevlisi, The Piazza Art Galeri’si Görsel Sanat Yönetmeni Gazi Selçuk ve ekibinin destek verecegi bu keyifli aktivitede Kilyos ogrencileri ve BUmalarimiz unutulmaz bir gun yasayacaklar.

Bu isi bilen bilmeyen, kendine guvenen guvenmeyen herkesi bekliyoruz (eski jean ve t-shirt giymeyi unutmayin:)).

Haydi hep birlikte Kilyos Kantini'ni bastan yaratalim!

Tarih: 16 Mayıs 2009 Cumartesi
Zaman: 11:00 - 15:00
Yer: Kilyos Kantin

3 Mayıs 2009 Pazar

Ne Çıkar Ateşböceği Sansalar Bizi

Düşünüyorum da,
sanırım en büyük korkumuz olduğumuz gibi görünmek.
Yumuşacık kalbimizin fark edilmesi,
Cesaretsizliğimizin anlaşılması,
Korkularımızın paylaşılması
Sanki zarar göreceğimizin en büyük işareti.
Kabuklarımızın altında
Kendimizi saklamakta ne kadar da ustayız.
Ve ne kadar güçlü korunuyoruz, kalkanlarımızın ardında.
Hissedilmeden, el değmeden, sevgimizi göstermeden.
İstiridyeler, deniz minareleri, midyeler.
Kirpiler ve kaplumbağalar gibi.
Sahi koruyor mu bu çatlamamış sert kabuk?
Kimse incitemiyor mu, duygularımızı, inançlarımızı, benliğimizi?
Yoksa zarar mı veriyor bu ürkeklik, bu kabuk bize.?
Hissettiklerimizi gölgeliyor, yansıtmıyor gerçek kimliğimizi,
Duyularımızı bastırıyor, elele tutuşmamızı engelliyor mu?
Eğer bir yıldız gibi ışıl ışılsam ve bir yıldız kadar parlak.
Ne çıkar ateş böceği sansalar beni.?

Belki en hoyrat yürek bile, ateş böceğinin o uçucu, masum, sevimli
çocuksuluğunu el kaldırmaya kıyamaz?
Güçlü kapıların arkasına kilitlesem kendimi, korkaklığımı, sevgi isteğimi
En insani yönlerimi kayıtsızca sunabilsem, bu sert kabuğun ağırlığından
kurtulup, bir kuş gibi uçacağım özgürce.
Anlaşılacağım ve bir ayna gibi yansıyacağım karşımdakine.
O da çözülecek belki samimi ve güvenliksiz, silahsız biriyle göz göze
gelince.
Oysa bir görebilsek bunu, kalmadı böyle insanlar demesek.
Güven duygusuna bu kadar muhtaç olmasak.
Kırılmaktan korkmasak
İncinsek yaralansak.
Ne olur bir darbe daha alsak.
Yeniden açsak kendimizi, atabilsek o kabuğu
Denesek
Risk alsak
Yanılsak
Farketmez
Tekrar tekrar bıkmadan denesek ve kucaklaşsak yeniden, tıpkı eskisi gibi.
Ne olduğunu anlayamadığımız o onbeş yıldan öncesi gibi.
O zaman farkedeceğiz.
Ne kadar özlediğimizi birbirimizi.
Neler biriktirdiğimizi,
Kaybolan değerlerimizi ne kadar özlediğimizi
Beraber geldik beraber gidiyoruz oysa.
Vakit az paylaşmak, sarılmak için.
Yaşadığımız coğrafya zor, şartları ağır.
Yüreği daha fazla küstürmemek lazım.
Sırtımızda ağır küfeler, her gün katlanan.
Ve koşullar bir türlü düzelmeyen.
Sevgiye çok ihtiyacımız var.
Ufukta kar bir kış görünüyor.
Ancak birbirimize sokulursak atlatırız o günleri.
Kırın o sert ağır kabuklarınızı.
Kurtulun bu yükten.
Korumuyor o kabuklar, aksine zarar veriyor bize.
Yalnızlığa mahkum ediyor bizleri.
Hem hepimiz bir yıldızız.
Ne çıkar ateşböceği sansalar bizi.

TAGORE

Gönderen
Oya Ertay

22 Mart 2009 Pazar

Proficiency Sınavı Bilgilendirme Toplantısı

Organizatör: BU Manzara
Tarih: 28 Mart 2009 Cumartesi
Zaman: 12:00 - 14:00
Yer: Garanti Kültür Merkezi
Cadde/Sokak: Uçaksavar Kampüsü
Şehir/Kasaba: Istanbul, Turkey
E-posta: bumanzara@bumed.org.tr

Sevgili BUma'larımızdan aldığımız geribildirimlerde, öğrenci kardeşlerimizin destek almak istedikleri ve endişe duydukları konuların başında "Proficiency Sınavı”nın geldiğini gördük.

BUma'lar olarak, onlara bu konuda daha fazla yardımcı olabilmemiz için okuldan Proficiency Sınavı hakkında bilgi almamızın doğru olacağını düşündük.

Bu amaçla; Proficiency Sınavı'nın içeriğini ve bu konuda öğrencilerimize nasıl destek olabileceğimizi konuşmak üzere "Proficiency Sınavı Bilgilendirme Toplantısı" gerçekleştiriyoruz. Bilgilendirme, Kilyos Kampüsü Koordinatörü, Öğretim Üyesi Sn. Sevda Akyüz tarafından yapılacaktır.

Bu önemli konuda daha fazla katkı yaratabilmek için tüm BUmaları bu toplantımıza davet ediyoruz.

Katılımınızı 26 Mart Perşembe gününe kadar bumanzara@bumed.org.tr adresine bildirmenizi rica ederiz.

Görüşmek dileğiyle

9 Mart 2009 Pazartesi

Nasuh Mahruki Kilyos'ta

Tarih: 12 Mart 2009 Perşembe
Zaman: 19:30 - 20:30
Yer: Boğaziçi Üniversitesi Kilyos Sarıtepe Kampüsü
Şehir/Kasaba: Istanbul, Turkey
E-posta: bumanzara@bumed.org.tr

BUmanzara olarak Kilyos Sarıtepe Kampüsü'ndeki etkinliklerimiz devam ediyor.

Bu seferki söyleşi konuğumuz dağcılık alanında ilklere imza atan ve kendisini daha çok AKUT kurucu üyesi ve başkanı olarak tanıdığımız Nasuh Mahruki.

Nasuh Mahruki, 1996 yılında Camel Trophy Türk takımına girerek Kalimantan’da Türkiye’yi temsil etti; ekip olarak, Takım Ruhu değerlendirmesinde dünya ikincisi, genel sonuçlarda dördüncülük elde etti. Aynı yıl, dünyanın yedi kıtasının her birinin en yüksek dağına tırmanmayı içeren, “Yedi Zirveler” projesini (Everest, Aconcagua, Vinson, Kilimanjaro, Mc. Kinley, Elbruz, Kosciusko) tamamlayarak dünyadaki 44. dağcı ve en genci olmayı başardı.

Nasuh Mahruki bu başarılarını ve ardındaki Nasuh'u bizlerle paylaşacak.



Nasuh Mahruki Kimdir?

1968 yılında İstanbul’da doğdu,ilk ve orta öğrenimini Şişli Terakki Lisesi’nde tamamladı. 1992 yılında Bilkent Üniversitesi İşletme Fakültesi’nden mezun oldu. Dağcılıkla 1988 sonlarında Bilkent Üniversitesi Doğa Sporları Topluluğu’nda başkanı olarak tanıştı. 1995 yılında Everest Dağına tırmanan ilk Türk ve dünyadaki ilk müslüman dağcı oldu.

AKUT kurucu üyesi ve başkanı, Ulusal Güvenlik ve Stratejik Araştırmalar Derneği, Türkiye Milli Olimpiyat Komitesi, Sualtı Araştırmaları Derneği, Gezginler Klubu üyesi olan Mahruki, takım çalışması ve motivasyon dersleri vermenin yanı sıra çeşitli gazete ve dergilerde köşe yazarlığı ve belgesel programlar hazırlamış ve halen dergilerdeki yazılarını devam ettirmektedir. Kendisinin eserleri de bulunmaktadır:
1995 - Bir Dağcının Güncesi, 1995 - Everest'te ilk Türk, 1996 - Bir Hayalin Peşinde, 1999 - Asya yolları, Himalayalar ve Ötesi; Yeryüzü Güncesi, 2007; Vatan Lafla Değil Eylemle Sevilir.

1 Mart 2009 Pazar

Etkinlik

Merhaba arkadaşlar. Öncelikle yeni logomuz hayırlı olsun.
Emeği geçen herkese çok teşekkür ederim. BUmanzaranın en önceki toplantısında bazı konuları konuşmuştuk, Serra Hanım da dinlemişti(sağolsun). Sizinle de paylaşmak istedim. Bazı arkadaşlarla BUmalar ve öğrencilerin hep beraber gezi organize etmesinden bahsetmiştik. Bununla ilgili düşüncesi olan arkadaşlar varsa lütfen bloga yazalım ve bu konuyu tartışalım. Hatta BUmalarımız da yazarsa sevinirim çünkü bizim düşüncelerimiz kadar onlarınki de önemli. Ben bireysel tanışmalardan çok BUmalarımız ve öğrencilerinin de beraber kaynaşmasının yararlı olacağını düşünüyorum. Görüşlerinizi bekliyorum arkadaşlar. Hatta çok merak ettiğiniz gitmek istediğiniz yerler varsa yada başka önerileriniz varsa paylaşın lütfen :)


Heybeli Ada

Burç Çeken

15 Şubat 2009 Pazar

Bloğumuzun Artık İsmi ve Logosu Var!

Artık bloğumuzun bir ismi ve logosu var...



BUlog isminin fikir annesi BUmanzara İletişim Komitesi Üyesi Nevra'ya ve logonun tasarımcısı Ghetto Reklam Ajansı'na teşekkürü bir borç biliriz...

BUmanzara İletişim Komitesi

25 Ocak 2009 Pazar

Potluck... Dolmalar Kimden?

Mutlaka yapmamız gereken aktivite: Biz BUMAlar ve öğrenci kardeşlerimizi diğerleriyle biraraya getirecek bir potluck yemek. Biz bunu ben öğrenciyken yapardık.



Peki ne yapacagız: Tum BUMAlar sectikleri bir çeşit yiyecekten birkac kisiye yetecek kadar getirecek, herşey ortaya koyulacak ve afiyetle,güzel sohbetler eşliğinde yenecek. Burada amaç ekonomiyi pompalamak yerine birlikte, bütçeye uygun hoş anlar geçirmek olacak.Tek şartım birden fazla kişinin zeytinyaglı dolma getirmesi.



Evet, böyle bir yemeğe ne dersiniz? Yer ve zaman için önerilerinizi bekliyorum.

Ozlem Georges

Üç Maymun

Mutlaka izlenmesi gereken film: Üç Maymun :

Bu film Yabancı Film kategorisinde bir sonraki elemeye kalan 9 filmden biri.Bu kategoride 65 film yarısıyordu.Oscar adayları bugün acıklanacak. 3 Maymun'a bol şanslar....



Ülkelerin alfabetik sırasına göre filmler:

Austria, “Revanche,” Gotz Spielmann, director;

Canada, “The Necessities of Life,” Benoit Pilon, director;

France, “The Class,” Laurent Cantet, director;

Germany, “The Baader Meinhof Complex,” Uli Edel, director;

Israel, “Waltz with Bashir,” Ari Folman, director;

Japan, “Departures,” Yojiro Takita, director;

Mexico, “Tear This Heart Out,” Roberto Sneider, director;

Sweden, “Everlasting Moments,” Jan Troell, director;

Turkey, “3 Monkeys,” Nuri Bilge Ceylan, director.

Özlem Georges

11 Ocak 2009 Pazar

Kilyos...

Kilyos; güzel havalarda denize en yakın banka oturup dedikodu yapılabilinecek, hava kötüyse tv odasında tabu oynanabilinecek, arkadaşlığın doyasıya yaşandığı, istanbulun insan, duman, karmaşa, gürültü güruhundan çok uzak; temiz hawalı, bol güneşli, sadece okulumun insanlarının olduğu sevimli sıcak sahil kampüsüm benim..
ilkbaşlarda ulaşım, alışveriş sorun olsa da onlar çözüldüğünde yaşanabilecek bi yer haline geldi :)

Buraya gelirken nasıl bi yer olduğunu bilince beklentilerimizi ona göre ayarlıyoruz: derslerimize ve 5 sene birlikte okuyacağımız arkadaşlarımıza :) güzel arkadaşlıkların temeli, yeni yeni gelen klüp faaliyatleri, seçme film gösterimleri, kilyos partileri, her konuda yardımcı olan çalışanlarıyla yaşanılası okunulası evim..

Melike Nur Arslan

1 Ocak 2009 Perşembe

Genesis and Catastrophe

Seçmeli aldığım Critical Reading (Meltem Gürle'ye sevgiler) dersinde okuduğumuz, ve çok beğendiğim bir öyküyü paylaşmak istedim sizinle.

Önyargılarımızın ve ilk izlenimlerimizin yolumuzu tıkamasına izin vermeyelim; can kulağıyla, sonuna kadar okuyalım, dinleyelim, anlayalım diye...

Sevgilerimle.

Şule
BIO'08


Genesis and Catastrophe (A True Story)
by Roald Dahl

"Everything is normal," the doctor was saying. "Just lie back and relax." His voice was miles away in the distance and he seemed to be shouting at her. "You have a son."
"What?"
"You have a fine son. You understand that, don't you? A fine son. Did you hear him crying?"
"Is he all right, Doctor?"
"Of course he is all right,"
"Please let me see him."
"You'll see him in a moment."
"You are certain he is all right?"
"I am quite certain."
"Is he still crying?"
"Try to rest. There is nothing to worry about."
"Why has he stopped crying, Doctor? What happened?"
"Don't excite yourself, please. Everything is normal." "I want to see him. Please let me see him."
"Dear lady," the doctor said, patting her hand. "You have a fine strong healthy child. Don't you believe me when I tell you that?"
"What is the woman over there doing to him?"
"Your baby is being made to look pretty for you,"
the doctor said. "We are giving him a little wash, that is all. You must spare us a moment or two for that"
"You swear he is all right?"
"I swear it. Now lie back and relax. Close your eyes. Go on, close your eyes. That's right. That's better. Good girl..."
"I have prayed and prayed that he will live, Doctor."
"Of course he will live. What are you talking about?"
"The others didn't."
"What?"
"None of my other ones lived, Doctor."
The doctor stood beside the bed looking down at the pale exhausted face of the young woman. He had never seen her before today. She and her husband were new people in the town. The innkeeper's wife, who had come up to assist in the delivery, had told him that the husband worked at the local customs-house on the border and that the two of them had arrived quite suddenly at the inn with one trunk and one suitcase about three months ago. The husband was a drunkard, the innkeeper's wife had said, an arrogant, overbearing, bullying little drunkard, but the young woman was gentle and religious. And she was very sad. She never smiled. In the few weeks that she had been here, the innkeeper's wife had never once seen her smile. Also there was a rumour that this was the husband's third marriage, that one wife had died and that the other had divorced him or unsavoury reasons. But that was only a rumour. The doctor bent down and pulled the sheet up a little higher over the patient's chest. "You have nothing to worry about," he said gently. "This is a perfectly normal baby."
"That's exactly what they told me about the others. But I lost them all, Doctor. In the last eighteen months I have lost all three of my children, so you mustn't blame me for being anxious."
"Three?"
"This is my fourth . . . in four years."
The doctor shifted his feet uneasily on the bare floor.
"I don't think you know what it means, Doctor, to lose them all, all three of them, slowly, separately, one by one. I keep seeing them. I can see Gustav's lace now as clearly as if he were lying here beside me in the bed. Gustav was a lovely boy, Doctor. But he was always ill. It is terrible when they are always ill and there is nothing you can do to help them."
"I know."
The woman opened her eyes, stared up at the doctor for a few seconds, then closed them again.
"My little girl was called Ida. She died a few days before Christmas. That is only four months ago. I just wish you could have seen Ida, Doctor."
"You have a new one now."
"But Ida was so beautiful."
"Yes," the doctor said. "I know."
"How can you know?" she cried.
"I am sure that she was a lovely child. But this new one is also like that." The doctor turned away from the bed and walked over to the window and stood there looking out. It was a wet grey April afternoon, and across the street he could see the red roofs of the houses and the huge raindrops splashing on the tiles.
"Ida was two years old, Doctor ... and she was so beautiful I was never able to take my eyes off her from the time I dressed her in the morning until she was safe in bed again at night. I used to live in holy terror of something happening to that child. Gustav had gone and my little Otto had also gone and she was all I had left. Sometimes I used to get up in the night and creep over to the cradle and put my ear close to her mouth just to make sure that she was breathing.
"Try to rest," the doctor said, going back to the bed. "Please try to rest."
The woman's face was white and bloodless, and there was a slight bluish-grey tinge around the nostrils and the mouth. A few strands of damp hair hung down over her forehead, sticking to the skin.
"When she died ... I was already pregnant again when that happened, Doctor. This new one was a good four months on its way when Ida died. 'I don't want it!' I shouted after the funeral. 'I won't have it! I have buried enough children!' And my husband ... he was strolling among the guests with a big glass of beer in his hand . . . he turned around quickly and said, 'I have news for you, Kiara, I have good news.' Can you imagine that, Doctor? We have just buried our third child and he stands there with a glass of beer in his hand and tells me that
he has good news, 'Today I have been posted to Braunau,' he says, 'so you can start packing at once. This will be a new start for you, Kiara,' he says. 'It will be a new place and you can have a new doctor....'"
"Please don't talk any more."
"You are the new doctor, aren't you, Doctor?"
"That's right."
"And here we are in Braunau."
"I am frightened, Doctor."
"Try not to be frightened."
"What chance can the fourth one have now?"
"You must stop thinking like that?'
"I can't help it. I am certain there is something inherited that causes my children to die in this way. There must be."
"That is nonsense."
"Do you know what my husband said to me when Otto was born, Doctor? He came into the room and he looked into the cradle where Otto was lying and he said, 'Why do all my children have to be so small and weak?'"
"I am sure he didn't say that."
"He put his head right into Otto's cradle as though he were examining a tiny insect and he said, 'All I am saying is why can't they be better specimens? That's all I am saying.' And three days after that, Otto was dead. We baptized him quickly on the third day and he died the same evening. And then Gustav died. And then Ida died. All of them died, Doctor. . . and suddenly the whole house was empty.
"Don't think about it now."
"Is this one so very small?"
"He is a normal child."
"But small?"
"He is a little small, perhaps. But the small ones are often a lot tougher than the big ones. Just imagine, Frau Hitler, this time next year he will be almost learning how to walk. Isn't that a lovely thought?"
She didn't answer this.
"And two years from now he will probably be talking his bead off and driving you crazy with his chatter. Have you settled on a name for him yet?"
"A name?"
"Yes."
"I don't know. I’m not sure. I think my husband said that if it was a boy we were going to call him Adolfus.'
"That means he would be called Adolf."
"Yes. My husband likes Adolf because it has a certain similarity to Alois. My husband is called Alois."
"Excellent."
"Oh no!" she cried, starting up suddenly from the pillow. "That's the same question they asked me when Otto was born! It means he is going to die! You are going to baptize him at once!"
"Now, now," the doctor said, taking her gently by the shoulders. "You are quite wrong. I promise you you are wrong. I was simply being an inquisitive old man, that is all. I love talking about names. I think Adolfus is a particularly fine name. It is one of my favourites. And look-here he comes now."
The innkeeper's wife, carrying the baby high up on her enormous bosom, came sailing across the room towards the bed, "Here is the little beauty!" she cried, beaming. "Would you like to hold him, my dear? Shall I put him beside you?"
"Is he well wrapped?" the doctor asked. "It is extremely cold in here."
"Certainly he is well wrapped."
The baby was tightly swaddled in a white woollen shawl, and only the tiny pink head protruded. The innkeeper's wife placed him gently on the bed beside the mother.
"There you are," she said. "Now you can lie there and look at him to your heart's content."
"I think you will like him," the doctor said, smiling. "He is a fine little baby,"
"He has the most lovely hands!" the innkeeper's wife exclaimed. "Such long delicate fingers!"
The mother didn't move. She didn't even turn her head to look.
"Go on!" cried the innkeeper's wife. "He won't bite you!"
"I am frightened to look. I don't dare to believe that I have another baby and that he is all right"
"Don't be so stupid."
Slowly, the mother turned her head and looked at the small, incredibly serene face that lay on the pillow beside her.
"Is this my baby?"
"Of course."
"Oh .., oh . . . but he is beautiful."
The doctor turned away and went over to the table and began putting his things into his bag. The mother lay on the bed gazing at the child and smiling and touching him and making little noises of pleasure. "Hello, Adolfus," she whispered. "Hello, my little Adolf."
"Ssshh!" said the innkeeper's wife. "Listen! I think your husband is coming."
The doctor walked over to the door and opened it and looked out into the corridor.
"Herr Hitler?"
"Yes."
"Come in, please."
A small man in a dark-green uniform stepped softly into the room and looked around him.
"Congratulations," the doctor said. "You have a son."
The man had a pair of enormous whiskers meticulously groomed after the manner of the Emperor Franz Josef, and he smelled strongly of beer.
"A son?"
"Yes."
"How is he?"
"He is fine. So is your wife."
"Good," The father turned and walked with a curious little prancing stride over to the bed where his wife was lying. "Well, Klara," he said, smiling through his whiskers. "How did it go?" He bent down to take a look at the baby. Then he bent lower. In a series of quick jerky movements, he bent lower and lower until
his face was only about twelve inches from the baby's head. The wife lay sideways on the pillow, staring up at him with a kind of supplicating look.
"He has the most marvellous pair of lungs," the innkeeper's wife announced. "You should have heard him screaming just after he came into this world."
"But my God, Klara..."
"What is it, dear?"
"This one is even smaller than Otto was!"
The doctor took a couple of quick paces forward. "There is nothing wrong with that child," he said.
Slowly, the husband straightened up and turned away from the bed and looked at the doctor. He seemed bewildered and stricken. "It's no good lying, Doctor," he said. "I know what it means. It's going to be the same all over again."
"Now you listen to me," the doctor said.
"But do you know what happened to the others, Doctor?"
"You must forget about the others, Herr Hitler. Give this one a chance,"
"But so small and weak!"
"My dear sir, he has only just been born."
"Even so..."
"What are you trying to do?" cried the innkeeper's wife. "Talk him into his grave?"
"That's enough!" the doctor said sharply.
The mother was weeping now. Great sobs were shaking her body.
The doctor walked over to the husband and put a hand on his shoulder. "Be good to her," he whispered.
"Please. It is very important." Then he squeezed the husband's shoulder hard and began pushing him forward surreptitiously to the edge of the bed. The husband hesitated. The doctor squeezed harder, signalling to him urgently through fingers and thumb. At last, reluctantly, the husband bent down and kissed his wife lightly on the cheek.
"All right, Klara," he said. "Now stop crying."
"I have prayed so hard that he will live, Alois."
"Yes."
"Every day for months I have gone to the church and begged on my knees that this one will be allowed to live."
"Yes, Klara, I know."
"Three dead children is all that I can stand, don't you realize that?"
"Of course."
"He must live, Alois. He must, he must ... Oh God, be merciful unto him now..."